Taklidin Taassuba Dönüşmesi/Muhammed Hadi

Burada asıl dikkatinizi çekmek istediğim nokta, toptancı bir zihniyete sahip olmanın beraberinde getirdiği problemlerdir. Ya hep ya hiç anlayışı sığ ve kısır bir anlayıştır.

Taklidin Taassuba Dönüşmesi/Muhammed Hadi

Ahlaki krizlerin ekonomik krizlerden çok daha tehlikeli olmaya başladığı bu dönemde ihtilaflar, ayrılıklar, tek tiplilik veya diğer bir manada “zamanı değil” diyebileceğiniz bir konuyu ele almaya gayret edeceğim. Bu konu bir anlamda aslında adı konmamış bir mesele yada sorundur. Konuyu uzun uzadıya yazmaktan ziyade, sözü daha çok sahiplerine bırakacağım. Bu konuyu şimdi değerlendirmek isteyişimin sebebine gelince; ümmet içinden çıkabilecek veya çıkan cevherleri körelten ve onları örümcek ağı misali sarmalayan taklidin, adeta bir kadere dönüştürülmüş (ve bunun da teşvik edilmiş) olmasıdır. 

Diyebilirim ki; genel olarak yaşamakta olduğumuz sorunlar, zayıflıklar, geri kalmışlığımız veya zillete mahkum oluşumuzun ana sebeplerinden birisi de budur. Çoğunluk olan topluluğa tabi olmak, yada alimlerin fikirlerinin birine tabi olmak, diğer fikirlerinin bütününe de tabi olma mecburiyeti olduğu yanılgısı, genel bir algıdır. 

Bu mesele, kimi kesimlere göre algıdan daha öte mutlak bir fıkha yada akideye dönüştürülmüştür. Yüz yıllarca kendi zamanının faili olamayan Müslümanların en iyi yaptıkları şey; bütünüyle geçmişin faillerini taklit etmek olarak görmüşlerdir.

Bugüne dek bu anlayışların tavsiye edilmiş olması, ilerlemeye ve gelişmeye karşı vurulmuş en büyük darbedir. Tek tipçi anlayış, gelişime ve dönüşüme genel olarak kapalıdır. Bu modellerin, düşünsel veya eylemsel bir karış sapma yaşamaları, telafisi mümkün olmayan sorunları ortaya çıkarır. Şöyle ki; taklitçilerin ve daha sonra da taklitçilerin de  taklitçileri, bir takım sapmalar yaşadıklarında, bu sapmaların açısı zamanla daha genişler ve bir noktadan sonra asıl maksadın tam zıddı bir maksat veya eyleme de dönüşebilir.

Hal böyle olunca; kendi zamanlarının faili olma çabasını gösteren düşünür veya mütefekkirler, toplumları tarafından ötekileştirilmiş, dışlanmış ve neticesinde yalnızlaştırılmışlardır. Onlar kendi zamanlarında anlaşılmadıklarından dolayı, olmadık şeylerle itham edilmiş, faydalanılacak öncüler olmaktan mahrum edilmişlerdir.

Tabi ki bu kişilerin, bütün fikir ve eylemlerinde isabetli oldukları da söylenemez. Böyle bir iddiaları da hiçbir zaman olmamıştır. Burada asıl dikkatinizi çekmek istediğim nokta, toptancı bir zihniyete sahip olmanın beraberinde getirdiği problemlerdir. Ya hep ya hiç anlayışı sığ ve kısır bir anlayıştır.

Bu konu ile alakalı  bizlere yol gösterici bir ayeti sizinle paylaştıktan sonra sözü sahiplerine bırakacağımı söylemiştim, şöyle ki;

“O kullarım ki sözü dinlerler de en güzeline uyarlar. Onlar, öyle kişilerdir ki Allah, onları doğru yola sevk etmiştir ve onlardır aklı başında bulunanların ta kendileri.”(Zümer 18)

Sözü dinlenen öznenin, kim olduğuna bakılmaz, sözlerin en güzeli seçilip ona tabi olunur... 

“Hem üstadım Eflatun’u hem de hakkı severim. Ancak ikisi arasında ihtilaf söz konusu olunca, hakka tabi olurum. Çünkü hak her şeyden daha çok tabi olunmaya layıktır.” (Aristo)

“İngilizler, benim Rus olduğuma inanır.

Müslümanlar, benim Mecusi olduğuma kanidir.

Sünniler, benim Şii olduğumu bilir.

Şiiler ise, beni Ali’nin düşmanı sanır.

Dört mezhepten bazı arkadaşlar benim bir Vahhabi olduğuma inandı.

Bazı erdemli Babiler, benim Babi olduğumu zanetti.

Muvahhitler, benim Materyalist olduğumu sandı.

Ve sofular, takvadan yoksun bir münkir olduğumu; okumuşlar ise bilgisiz, cahil biri sandı.

İnananlar, beni inançsız bir günahkâr sandı.

Ne inançsızlar beni kendilerine çağırır ne de Müslümanlar beni kendilerinden kabul eder.

Camiden kovuldum ve tapınaktan çıkarıldım.

Kime tabi olacağımı ve kiminle savaşacağıma şaşırdım.

Birini reddetmek, dostları diğerlerine karşı sertleştirir.

Benim için bir grubun pençesinden kaçmanın yolu yoktur.

Benim için diğer grupla savaşmaktan başka çare yoktur.

Kabil’de, Bala Hisar’da mukim, ellerim bağlı, dizlerim kırık.

Görmek istiyorum esrarengiz perdenin bana ne göstereceğini ve bu hain çark-i feleğin, bana hangi kaderi sakladığını.” (Cemalettin Afgani)

"İnsanların kafalarındaki şablona muhalefet ettiğim zaman tepkiyle karşılaştım. Kitap ve sünnete ters hareket eden şahısları eleştirdiğim zaman Harici olmakla; Kur'an ve sünnetteki tevhid ile ilgili nassları aktarınca Muşebbihe olmakla; imanın önem ve gücünden bahsedince Mürcie olmakla; amelin önemini ifade edince Kaderiye olmakla; marifeti tavsiye edince Keramiye olmakla; Hz. Ebubekir ve Hz.Ömer'in faziletinden söz edince Nevasib olmakla; Ehli Beyt'i sevdiğimi söyleyince, Rafizî olmakla; Allah'ın sıfatları konusunda Selefi yöntemi savunup Kur'an ve sünnet naslarını te'vil etmeyince Zahirî olmakla; nasları te'vil ettiğimde Batınî ve Eş'ari olmakla; aklı kullandığımda Mutezilî olmakla; vitir namazlarında kunut okuduğumda Hanefî olmakla; sabah namazlarında kunut okuduğumda Şafii olmakla itham edildim. Kısacası; hangi kesime yaklaştıysam, muhalifleri bana düşmanlık etti. Onlara tasannu edersem, Allah'ı gücendirmiş olurum. Her şey onları razı etmeye bağlı. Bunların hiçbiri bana Allah katında bir şey yapamaz. Ben kitap ve sünnete bağlı kalmaya devam edeceğim. Allah'a istiğfar ediyorum. O bağışlayandır, merhametlidir." (Hafiz Abdurrahman b. Batta)

"İnsanları tahkike, delilleri araştırmaya, taassuptan, hizipçilikten yüz çevirmeye davet edene müçtehit; hikmet ve bilime davet edenlere tabiatçı; fakirlere yardıma çağıranlara sosyalist; kabirleri meşru daireler içinde ziyaret etmeye davet edip bid'at ve hurafelerden sakındırıp sünnete davet edenlere de Vahhâbî denildiğini görmekteyiz.” (Cemaleddin Kasimî)

"Arabistan'da 'Şii', İran'da ise 'Sünni' olmakla suçlanıyorum. Allah'a hamd olsun ki, ben ne bir Şiiyim ne de bir Sünniyim, ben sadece Müslümanım.”(Dr. Ali Şeriati)