Varlığı Gölge Olanlar / Muhammed Hadi

İnsanlığa ve Müslümanlara verecek bir şeyimiz yoksa, varlığımızla ve amellerimizle İslam’ın izzet ve asaletine gölge düşürmeyelim yeter, inşallah.

Varlığı Gölge Olanlar / Muhammed Hadi

Bugün size Sinoplu Diyojen’den bahsetmek istiyorum. MÖ.400’lerde Sinop’ta doğmuş ve babasının kalpazanlığından dolayı Yunanistan’a sürgün olmuş  bir filozof. Modern dünyanın bozuk geleneklerini ve toplumun dini yaşayışını önemsememiş; davranışta, giyimde, barınmada, yiyecek ve terbiyede bütün geleneği reddetmiştir.

Diyojen hayatı boyunca bir fıçının içinde yaşamını sürdürmüş. Toplumun şatafatına ve görkemine yüz vermemiş, kendisini kendinde yaşamış bir filozof. Düşünce ve felsefesiyle ulaştığı olgunluğun, üniversitelerde elde edilmeyecek bir seviyede olduğunu söyleyebiliriz.

Zalim (Büyük) İskender ile aralarında geçen bir diyalogda, Diyojen’i;  felsefesinin, hayatıyla uyum içerisinde olduğunu görebiliriz.

Zalim (Büyük) İskender bir gün Korinthos'a gelir ve hakkında çok şey duyduğu o garip filozofu bizzat ziyaret etmek ister. Tabi Diyojen'in bir villası yok, sokaklarda yaşıyor. O sabah da açık bir alanda yatmış güneşlenmekte. Kendisine doğru gelen kalabalığa, yattığı yerden biraz doğrulup bakarken, İskender öne çıkar ve kendini tanıtır:

“Ben büyük kral İskender’im.”

“Ben de köpek Diyojenim.”

Büyük kral, yerde yatan adama, kendisinden bir isteği olup olmadığını samimiyetle sorar. Diyojen de istifini bozmadan, "evet, gölge etme başka ihsan istemem" diyerek, dünyevi değerleri ne kadar küçümsediğini gösterir.

Verdiği cevabın asıl hali işaret parmağıyla güneşi göstererek, "Benden, bana veremeyeceğin şeyi esirgeme" şeklindedir. Daha sonraları İskender bu olay üzerine "ünlü imparator Büyük İskender olmasaydım 'Diyojen' olmak isterdim" demiştir.

Bizler yaşam tarzımızla ne Büyük İskender gibi kıtalarda namı yürümüş bir zalim olmak isteriz, ne de sokaklarda Diyojen gibi pespaye ve sefil olmak isteriz. Evet, fikirlerimizin parlaklığı ile yaşam pratiğinin birbirine uyumlu olmasına çaba göstermeli; kıtalara korkumuzla değil, merhametimiz ve adaletimizle nam salmayı hedeflemeliyiz.

Biz Müslümanlar, imanın esası ve asası olan Kelime-i Tevhid’in kabulünü ilan ettiğimizde, en önce nefsimizi dizginleyeceğimize, sonrasında da tüm çirkin, pis ve necis olandan yüz çevirip, yalnızca Allah’a yöneleceğimize ve O’na boyun eğeceğimize dair söz vermiş olduk. Zorluklar bizi bileyecek; derdimiz, dertlerimize merhem olacaktı. Umudumuz Allah, duamız Allah, aşkımız Allah, sözümüz Allah, işimiz Allah, yaşamımız Allah ve son nefesimiz Allah olacaktı. Bizler, Kelime-i Tevhid’i kabul ile, tüm dünyaya umut; açlığa nimet; zorluğa kolaylık; esarete özgürlük; ateşe su; dertlere derman ve zalime korku olmaya söz vermiştik.

“Muhammed, Allah'ın peygamberidir. Onunla beraber olanlar, kâfirlere karşı kararlı ve tavizsiz, kendi aralarında ise son derece merhametlidirler. Onları rukû ve secde ederken görürsün. Allah'ın lütfunu ve rızasını kazanmayı arzularlar. Onların nişanları, yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat'taki özellikleridir. İncil'deki özellikleri de şudur: Filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerinde dimdik duran bir ekine benzerler. Bu ekincilerin hoşuna gider. Allah bunlarla, kâfirleri öfkelendirecektir. Allah, inanıp yararlı işler yapanlara af ve büyük bir ödül vaad etmiştir.”(Fetih 29)

Böyle olamıyorsak?

İnsanlığa  ve Müslümanlara verecek bir şeyimiz yoksa, varlığımızla ve amellerimizle İslam’ın izzet ve asaletine gölge düşürmeyelim yeter, inşallah.