Kültürel Mürtedlik ve İstanbul Sözleşmesi / Selahaddin Nasranlı

İstanbul sözleşmesi 200 yıldır Batı kültür lağamından bize bize akan suların son damlalarındandı. Bu sözleşme sonuçta Batı’nın efendi, “monoculture” yani egemen kültür olduğu, bizim de uydu ve müstemleke olduğumuz zamanların bir yansımasıydı. Geldi ve geçti.

Kültürel Mürtedlik ve İstanbul Sözleşmesi / Selahaddin Nasranlı

Anlayışıma göre “ilmihal toplumu”; kültürel istilaya uğrasın uğramasın, zihni iptal edilmiş halk demek. Yada sürü ahlakı ile şuuru tembelleştirilen derinliksiz toplum.

Bu tanıma belli oranda İslam coğrafyalarını ve hassaten ülkemizi koymamız gerek. Neticede Çanakkale’de (hatta evvellerden) yedi düveli yenip de kapılarını sınırsızca aynı yedi düvelin kültür emperyalizmine açan biziz.

Tarih Filozofu Toynbee; “Türkiye kültürel anlamda ihtida etti” der. Ona göre İslâm kültür çerçevesinden Batı seküler çerçeveye doğru bir mürtedlik söz konusu. Uyanmak için bu sözden daha acı bir cümle olamaz: Kültürel mürtedlik (buna göre biz de İslâm kültüründen, Batı kültürüne ihtida etmiş; mürtedler).

Osmanlı Çağı’ndan itibaren mühendis, kimyager olsun diye gönderdiğimiz gençler ülkemize nasıl geldiler? Araştırdık mı? Kaçta kaçı sağlam döndü?

Batı çanakyalayıcılığında (kâselis) az insan mı sıraya girmedi?

Tarihimizde Batının sofra artıkları da dahil -kültürel mürtedlik yolunda- “uydu toplum” olmak için ne yapmadık ki!:

Şapka mı takmadık!

Alfabe mi çalmadık!

Kızlarımızı Batılı gözleri memnun etmek için güzellik adına, çıplak mı yarıştırmadık! Yoksa mini etek mi takmadık!

Kanun üstüne kanun mu dilenmedik!

Bizi bir arada tutan, medeni kılan inancımızı kovup, camileri ahır yapıp da ırzlara geçen Fransızların laikliğini mi getirmedik!

Kundakçı aydınlarla beraber, hangi şerefli ahlak hanesini ateşe vermedik!

Sormak gerek.

Ruhu kafir, kalbi fasık bir me-deniyetin nesini almadık ki!

Doğru ama almadıklarımız da var: Mesela çalışkanlıklarını, iş ahlaklarını, sağlam yapılarını, geniş caddelerini, irade eğitimlerini...almadık. İnsafsız olmaya gerek yok.

***

Batı kötüydü de biz mi süperdik?

Kültürün yıkıcılığını ve milliyetçiliğin rezilliklerini esastan ve çıplak bir şekilde hiç tartışmadık.

Gerçektende kadını, Arabı, Ermeniyi, Kürdü yada başka halkları aşağlayan sözlerimiz mi az? “Kızımı... falan ırktan kişiye vermem” diye ırkçılıkla konuşanımız mı yoktu? (Belki bunlar bazı faşist ülkelere göre az ama bununla da övünecek değiliz.)

Medenilerin emriyle Dersim’de az mı kadının ırzına geçildi, mağaralarda dumanla boğduruldu? Yoksa hamile Alevi annelerin karnı kasaturayla mı kesilmedi? (Bana inanmıyorsanız gidin ninelere ve dedelere sorun, size on katını anlatırlar.)

İçimizde kızınca kuduran ve karısının saçını ateşte yakan mı yoktu?

Zorla aldığı Ermeni gelinin önceki eşinden kalma 5-10 yaşındaki çocuğunu ayağından tutup taşlara çalan kişi ve onun köyünü mü tanımıyoruz? (Bu kadın öldüğünde savcı; “Nerde namazı kılacaksınız? Diye sorunca aynı katil gülerek; “Kılmasak da olur.” Der. Çünkü bu kadın bu zülmü (çocuğunun parçalanmaş beynini) görüp müslüman olacak değildi? İslâm ispat isterdi, sonsuz gevezelik değil.

Hasılı İstabul sözleşmesine giden yolda biz de kirliydik. Ama kendi ağız kokumuzu hissetmiyoruz.

Veya halı altına süpürdüğümüz kiri unutmuşuz.

***

İstanbul sözleşmesi 200 yıldır Batı kültür lağamından bize bize akan suların son damlalalarındandı. Şükür kesildi. Birkaç daha damla daha gelse de bu akıntının büyük anlamda kesildiği de bir gerçek.

Hatırlayalım, İstanbul’un olmayan bu İstanbul sözleşmesi, bizim algılarımızda neler yapmıştı?

-Biyolojiyi inkar ediyor, “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” adı altında köşeden kıyıdan cinsiyetsizliği, ve aynı cins arasındaki ırzsızlığı getiriyordu. Bir ara bu ve benzeri bir Projenin etkisiyle, o günlerde ODTÜ’de tuvaletler, soyunma odaları kız erkek müşterek olsun, talepleri seslendirildi (?).

-Sözleşmenin 12/1. maddesinde “Kadın ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı önyargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınmasını amaçladığı” anlatılmaktaydı. Yani rolü rezalet olan, cinsi sapıklığı da hor görme, eleştirme özgürlüğünden oluyordunuz.

-Tüm beyanlar için delil ve ispat şartken ve bu da everensel bir hukuk normu iken, bu sözleşemeye göre Kadın’ın beyanı esastı.

Kadınlara sorun; “Beyanlarınız hep doğru mu?” diye. Ve sonra cevaplarını yazın!

-Cumhurbaşkanı Beştepe’deki “Aile Şurası”nda şu yakınmalarda bulunmuştu: “Nikâh akdinin değersizleştirildiği, evlilik dışı ilişkilerin normal sayıldığı, boşanmaların adeta teşvik edildiği sancılı bir süreçle karşı karşıyayız.” (02.05.2019 demişti.

Bu sözleşme sonuçta Batı’nın efendi, “monoculture” yani egemen kültür olduğu, bizim de uydu ve müstemleke olduğumuz zamanların bir yansımasıydı. Geldi ve geçti.

Hudâbin (Hakperest) bir medeniyet olacaksak eğer, bizdekiyle de bize dayatılanla da yüzleşmeli. Hatalarıyla şeref duymamalı. Kendi evini de temizlemeli.

Selahaddin Nasranlı / Habernas